Geçen gece rüyama o ak sakallı dede girmemiş ve “ heey yazar bozuntusu, aklının ermediği konulara girip, oradan buradan arakladıklarınla ahkam kesme ukalalığında bulunup komik olacağına, çok iyi bildiğin, acısını ve sevincini dokunarak, bire bir yaşadığın mevzulara takıl da, insanlara gerçek anlamda bir faydan olsun” demeseydi, siz de şimdi bu satırları okumak zahmetine katlanmıyor olacaktınız. Yani  siteminizi bana değil, ziyaretine mazhar olursanız ak sakallı dedeye bildirin. Bu emir üzerine büyük sözü dinleyen biri olarak, 65 yıllık filmi başa sardım ve sevinç ve acı fotoğraflarını karıştırmaya başladım. Albümün sevinç sayfalarında birkaç kırıntıdan başka bişey bulamayınca, öbür sayfaya geçtim, baktım malzemeden bol bişey yok. Tek tek taradım ve benden beklendiği üzere, hayatta hepimizi en az bir kez, çoğumuzu çoook kez ziyaret eden ve “ cennetten çıktığı” söylenen, sözlükte “insanı ve hayvanı dövme işi” olarak tanımlanan DAYAK depremi konusunda karar kıldım. Çok uzağa gitmeden bu konuda değişik ve engin tecrübelere sahip biri olarak ta deneyimlerimi sizlerle paylaşmaya karar verdim. Ama azalan bir şey olmadı. Hani “acılar paylaştıkça azalır”dı! Ya dayağı ben yedim, sen benim kolum bacağım gözüm müsün, neyimi paylaşacaksın! Senle biz Siyam İkizi miyiz kardeşim, illa bişey diyeceksen,”üzüldüm de” vaziyeti kurtar!

Yine çenem düştü ve uzattım(“ne zaman kalkmıştı ki” dediğinizi duyabiliyorum)hemen konuya giriyor ve dünyaya geldiğimiz anda ebenin kıçımıza vurduğu şaplakla tanıştığımız, evde abla, ağabey, anne ve babadan, veya koca, eş de denilen leşlerden, okulda “ eti senin, kemiği benim” diye teslim edildiklerimizden, askerde rütbesi büyük, insanlığı küçük olanlardan ve iş hayatında mobbing adı altında patrondan veya Devletten;

 1.Yeme/kden öncesi, 2.Yeme anı, 3.Yeme/kten sonra aldığımız, bu coğrafyadaki insan hayatlarının bir parçası olan “ödül törenine” geçiyorum!

 Hiç yemeyenler için birinci aşama önemli değildir, çünkü neyi hangi şiddette yiyeceğini ne anlar, ne tahmin edebilirsin. Bunu ancak darbe alan organınız acısını hissedip, kulağınız “şırak” ve “pat küt” gibi melodileri duymaya başlayınca anlarsınız. Tecrübeliler için sorun yoktur, o artık acıya da, seslere de aşinadır çünkü. Sadece töreninin bitmesini bekler.

Yeme anı; olayın en zevkli anıdır. Öpücükler, sarılmalar, iltifatlar ve hediyeler öylesine farklı yerlerden gelir ki, hangisine sevineceğinizi, cevap vereceğinizi ve teşekkür edeceğinizi şaşırır, tekme, tokat ve yumruktan ateş ve alev içinde kalır ve travma manyağı olursunuz! Bazen ayakta kalabilme, bazen da yığılıp kalma kurtuluş olabilir. Bu sadece ödül verenin engin merhamet ve acıma duygularına bağlıdır. Keşke “yediniz ve bitti, geçmiş olsun,geçer” deyip konuyu kapatabilse idim. Ama ne gezer,esas zurnanın zart dedikleri bundan sonra başlar ve bu öyle bir başlamadır ki,hayat boyu da son bulmaz. Hatta çoğu kez anneden kıza, babadan oğula miras olarak geçer ve nesiller boyu aralıksız devam eder.

Sonra ne mi olur? Sonrası, o da kendi arasında ikiye ayrılır. Tıp bunlara fiziksel ve ruhsal travma deyip, işin içinden çıkıvermiş, çile yükü taşıyan beygire, pardon dayağı yiyen çocuğa, gence, kadına kalmış, bu “ikramda” bulunan genelde kendileri olduğu için “erkek”leri bu ziyafete yiyen olarak katamıyorum!!!

Değerli Dostlar;

Ben bu sohbetimizde, çürük, kırık, ezik, yaralanma,  parçalanma hatta bazı organları ya yitirme, ya da işlevini kaybetmesi ve hatta bazen nadiren de ölümle sonuçlanabilen birinci bölümden, yani fiziksel olanında bahsetmeyeceğim.Tokatın, yumruğun, tekmenin, sopanın indiği yerin acısı zamanla geçiyor, hatta kafa kol ve bacaklardaki kırıklar bile zamanla iyileşiyor,onlar zaten göz önünde gerçekleşiyor, çeken de, çekilen de yaşanan da meydanda, ya ruhta meydana gelen kırıklar, peki onları kim düzeltecek? İşte tıp henüz onu tam anlamıyla düzeltip, eski haline getirecek, ne bir psikolog ve psikiyatr yetiştirebildi, ne de bu yarayı iyileştirebilecek bir merhem üretebildi.! Gelene yaranın çapına göre dayandılar yüksek dozda antidepresanları ve tekrar yolladılar “yaralandıkları” yerlere!

Benim deşmek istediğim, dayak denen kavram oluşalı beri, gözden kaçan değil, aslında bile bile kaçırılan ve toplumun bugün nerede ise dörtte üçünü psikolojik çalkantılar içinde yaşamaya mahkum eden, bugün geldiğimiz noktanın, adını ister sosyal, ister kültürel, ister ekonomik, ister ahlaki, ister insani, ne koyarsanız koyun,  asıl nedeni olan ruhsal olanından bahsedeceğim, tabi yaşadıklarım ve gözlemlediklerimin ışığında…

Bu ödülden nasibini alan ister erkek, isterse kadın olsun,( ki ikisini de, asla yaşam boyu tam anlamıyla ne erkek, ne de kadın olabilmesi mümkündür) ya şiddet denen kavramı, tüm özellik ve ayrıntılarını uygulamaya koymaya hazır bir biçimde ve her şeyi ile hem ruh, hem de bedeninde taşır, ya da uğradığı tüm haksızlıklara rağmen hayatında bir kez bile hayır demeden, karşı durmadan, isyan etmeden ve tek bir kavganın bile tarafı olmadan, her türlü “edilgenliğin” tüm özelliklerini ruh ve bedeninde barındırarak;

 Ya babasından ölesiye nefret eden bir evlat, ya öğretmen dayağı ile okumaktan soğuyan üstün zekalı bir cahil, ya askerlik deyince çıldıran bir “gazi”  ya mobingten ya da devlet baskısından kaçıp, işsiz kalan bir aç ve muhtaç olarak yaşayıp bu dünyayı terk-i diyar eder!

Değerli Dostlar;

Evde babasından, eğitim hayatı içinde,“eti senin, kemiği benim” ve “ öğretmenin vurduğu yerde gül biter” saçmalığı ile öğretmenlerinden ve vatan savunması öğretilirken komutan adı verilen sadist karakter sahiplerinden, deyim yerinde ise dayağın peygamberini falan değil, Allahını yiyen biri olarak, kendilerinde dayak atma imtiyazı gören, insan sıfatı taşıyan aciz yaratıklara diyorum ki;

İnsan veya hayvan olsun, bir canlının dayak veya herhangi bir acı veren yöntemle canının acıtılmasının hiçbir haklı ve savunulacak yönü yoktur. Bu hiçbir zaman ne bir terbiye, ne eğitim, ne de doğruya davet etme yöntemidir. Bu bir vahşettir, bu yönteme başvuran ise vahşidir, çağ dışıdır, canavar ruhlu bir yaratıktır ve tedavi değil, “ıslah” edilmelidir! Ve yine bundan nasibini fazlası ile alan biri olarak, dayakçı ruh hastalarına;

 İki çocuğuna bırakın dayağı, elini kaldırmamış bir baba olarak diyorum ki;

İnanın vurduğunuz yerde GÜL falan bitmiyor, sadece insan şeklinde kaktüsler yetişmesine neden oluyor, benzerinizin türemesinin zeminini hazırlıyorsunuz. Yani attığınız her tokatla bu toplumdaki kavga zemininin ateşine yüzlerce odun atıyor, vururken ettiğiniz ağza alınmayacak küfürlerle bu ateşi harlayarak benzin döküyorsunuz. Dayak için kalkan o el ve ayaklarınızı, O’na indirmeden önce, nolur çocukluğunuza dönün ve aynı koşullardaki ruh halinizi anımsamaya, yaşamaya çalışın.

Ne olur VURMAYIN ACIYOR, hem de çok acıyor.

Bedendeki zamanla gidiyor ama yürekteki…!!!

Bekir Demirci