Çocukluk yıllarımda benim için zenginliğin ölçüsü ne yeni oyuncaklar, ne de cicili bicili yeni giysilerdi. Zaten çocukluğum da onların bir tekine bile kavuşamadan, mahalledeki bir iki zengin çocuğununkilere imrenerek bakmakla geçti. Bence zengin, kıymalı pide yaptırabilen, ziyafet ise, kıymalı pide yiyebilmekti. Bunda, tek maaşla geçinilen, 6 nüfuslu bir ailede yaşamak zorunda olmanın, bazen bir hafta-on gün, bol ekmekle sadece bir çeşit ot yemeği ile beslenmek mecburiyetinde kalmanın etkisi de vardı elbette. Halen içten içe ve anlamsız bir şekilde devam eden, zenginlere ve sürdürdükleri yaşam biçimine olan düşmanlık derecesindeki takıntımın ilk taşları da, sanırım o süreçte döşenmeye başlamıştı.
Değerli Dostlar;
Bu ay ki sohbetimize izninizle hiç laf kalabalığı yapmadan KIYMALI PİDE ’nin hikayesini anlatmakla başlayayım. 1965 veya 66’lı yıllar. O dönemde komşuluk ilişkileri şimdiki gibi anlamını yitirmeyip, ”ev alma komşu al” düzeyinde sürdürüldüğünden ve yangın evlerinin bahçeleri bugünkü gibi yüksek duvarlarla çevrili olmadığından, bitişik komşunun evine ne getirdiğini, ya görerek, ya da kokusundan anlıyorduk, av köpeklerini kıskandıran çocuk burunlarımızla. 
Bitişik komşumuz Ormancı Hüseyin Dede, mesleğinin “avantajlarından” sonuna kadar yararlanan, 12 Eylül darbesinin hemen sonrası, ülkemizde ABD’nin yeminli ve katıksız uşaklığını yapan “Turgut”’un tanımladığı “işini bilen” hali vakti yerinde, midesi ile arası çok iyi memurlardan biri idi. O da, tüm dönem zenginleri gibi, fırında her hafta sonu mutlaka 2 çeşit pide yaptırır, bunlardan biri mutlaka kıymalı pide olurdu. Ormancı sepete doldurduğu pidelerle evine geçerken, sepetten gelen dumanı tüten kıymalı pide kokusu, sadece oyunlarımızı bozmakla kalmaz, moralimizi de bozar, ciğerlerimizi deler geçerdi. Eşi Şükriye babaannenin, verdiği, çocuk başına 1 dilim kıymalı pide düşen tabağı, aç gözlülük yapıp, kardeşlerimle paylaşmayarak tek başıma yediğim günleri hala dün gibi ve utanarak hatırlarım. Küçük kardeşlerimin ağabeylerinin yaptığı bu haksızlığa, itiraz edemeden ve ağızları sulanarak bakmaları,kıymalı pide yerken halen iç burkan bir anı olarak yerini alır. Aslında onların bakışlarına çok üzülürdüm ama, kıyıp ta bir dilimini bile vermezdim. İşte böyle bir pisboğazlıktı benim ki, nedeni sadece fakirlik olan!
Şimdi çocukluğuma döndüğümde, ne Ormancı’nın bir zengin, ne de sofralarının bir ziyafet sofrası olmadığını, içten içe ona boş yere kızdığımı, bu düşüncenin bende sadece gördüklerimin oluşturduğu bir algı olduğunu anlayarak acı acı gülümserim. 
Değerli Dostlar, insanı değerlendirirken içine düştüğümüz en büyük ve klasik yanılgılarımızdan biri de, onu, sadece dış görünüşü, kılık kıyafeti, sürdürdüğü yaşam biçimi ve kalitesinin bizde oluşturduğu algıya göre tartıya çıkarmamız. Ve bunu, o kimdir, nedir, nerden gelir, nereye gider, sevgileri, nefretler, azları, çokları nedir, anne babamıdır, hastamıdır ustamıdır, kaç günlük ömrü vardır, doğa dostumudur, hayvan düşmanımıdır, faşist midir, kominist midir, hümanist midir.Yazar mı, çizer mi, yontar mı, okur mu, oynar mı, oynatır mı? Bunlar ve daha binlerce sorudan bir veya bir kaçını bile sorma, ona ait hikayeyi dinleme zahmetine katlanmadan, sanki en üst düzey kalite kontrol uzmanı edasıyla basarız İYİ veya KÖTÜ mührünü. Ve bu derinlikten uzak subjektif ve sığ değerlendirmelerimizle de, belki de hayatta bulabileceğimiz en sağlam dostlar edinmekten ve en kalıcı dostluklar kurmaktan kendimizi alıkoyduğumuzun farkında bile olmadan, yanlış algılardan oluşturduğumuz mesnetsiz gerekçelerle ve yanlış insanlarla didinip durarak, yaşam denilen en kutsal ayrıcalıktan payımızı almadan ve yaşamış gibi yaparak, defolup gideriz dört kolluya binerek!
Öncelikle hepimizin şu gerçeğin ayırdında olması gerektiğine inanıyorum. Bakmakla görmek asla aynı şey değildir. Görmemişe görmediğini, yaşamamışa yaşamadığını sadece anlatabilirsin, yaşatamazsın. O ancak yaşamdan edinebildiği algılarla onun edebiyatını yapabilir. Çünkü sana dayatılanla onun yolu bir defa bile kesişmemiş, aksine ona altın tepsi içinde sunulmuştur. Ama sürdürdüğü yaşam düzeyi, onun asla kötü veya yanlış insan olduğu anlamına gelmez. Ayrıca nasıl fakir, her şeyiyle bir onur abidesi değilse, her zengin de topyekün hırsızlıkla yaftalanamaz. İnsana yaraşmayan duygunun fakiri de zengini de olmaz. Bu bir kişilik ve karakter sorunudur. Eğer eleştiri oklarınıza bir hedef belirleyecekseniz, bunu dayanaktan uzak algılarla değil, doğruluğunu su götürmez gerekçelerle ortaya çıkmış, somut delillerin ışığında ve kimseye haksızlık etmeden gerçek emek hırsızlarına yapın. Yaşadığımız toplum, ülkenin ekonomik koşulları ve dünyayı ele geçirmiş bulunan vahşi kapitalist sistem gereği, bir çoğumuzun yolu zenginlik,lüks ve rahat yaşamla kesişmediği için, insana ait bir duygu olan kıskançlık da,maalesef süreç içersinde önce haset, sonra da nefret duygularına evrilerek birçoğumuzu servet ve varsıllığa düşmanı bireyler haline getirebiliyor ve bizlere emeksiz ve kısa yoldan zengin olmanın çarelerini aratabiliyor.
Diyorum ki;
Önce uçuk kaçık ütopik hayaller kurmaktan vazgeçin ve bunlara ulaşmak için sistemin size kurduğu hayatınızı karartabilecek tezgah ve komplolara karşı daima uyanık olun. Yaşam bir ticarettir ve ticarette alışveriş denilen kavramla hayat bulur. Hiç kimse ve hiçbir akıl, sizden bir şey almadan, size olanından tek bir parça vermez. Kimse kendini kandırmasın ve kimsenin de onu kandırmasına izin vermesin. Bize bu çağda dayatılan sistem içersinde, insanlığın tamamının mutluluk pastasından payına düşeni alması asla mümkün değil. Bu şimdilik mutlu sonla biten senaryolarla çekilen filmlere özgü bir final. Yani yerkürede yaşam var olduğu sürece,  bu döngü, az zengin, çok fakir, az mutlu, çok mutsuz şeklinde yinelenecek. 
Yani rahmetli anamın deyimi ile,“eşeğin çalıştığı at için” olacak, “it üreyecek, kervan yürüyecek” bu işler böyle sürüp gidecek.
Size tavsiyem zaten mevcut olanların yanına, insanların kaşına başına bakıp, yeni potansiyel sorunlar katacağınıza, az ve öz dostlarınızla, insanlardan ve yaşamdan beklentilerinizi asgari seviyeye çekerek, anı yaşayarak bu serüveni noktalamanız. İnanın sizin sorunlarınız kimsenin umurunda falan değil. En sağlam sandığımız duvarlar bile gün geliyor yıkılıyor.
Dayanacaksanız kendinize dayanın.!
Sevgi ile kalın.   

Bekir Demirci