Sevgili Okurlar;
Hepimizin yolu, hiç kuşkusuz onlarla en az birkaç kez kesişmiştir. Kiminle mi? Rahmetli annemin ifadesiyle, o bilmediğinden başka her şeyi bilen “akıl daneleri” ile. Çünkü bu mekansız aylaklar her yerdedirler. Yine O’nun deyimi ile, bunlar ağızdan dolma, kulaktan kapma, üstün körü, yarım yamalak, biraz ondan, biraz bundan, eh işte, şöyle-böyle “bilgileri” ile, aslında hiçbir şeyi tam bilmemelerine rağmen “her boktan yuvarlak yapan”  “herbokolog” lar işte bu ay ki sohbetimizin konusu. Konu edilmeye deyip değmeyeceğine sohbetin sonunda siz karar vereceksiniz. Değseler de değmeseler de varlar ve her fırsatta beynimizi yiyip bitiren bir kesimimizi oluşturuyorlar maalesef!
Değerli Dostlar;
Bu ay sizleri yine, asla fikirlerine başvurulmamasına rağmen, izinsiz ve fütursuzca her lafın içinde, üstüne vazife olmayan hemen her konuda ahkam kesen, her salatanın maydanozu olup, sohbetlerin içine ederek, boş yapıp, baş ağrıtan, eleştiri ile tartışma kavramlarının  ayırdında olmayan, medeni cesaret ve özgüvenin zerresini taşımadıkları, hayatlarında bir tek kez bile dürüst bir kavganın tarafı olmadıkları için, kendilerini sosyal medyada, “devekuşu” misali rumuzların ardına gizleyerek,  bilgiçlik ve “doğrucu Davut” luk taslayarak gündemde kalabilme acziyeti içinde çırpınan, “kıç ve göbekleri” yerine, ara sıra da başlarını kaşısalar, beyin denen organın varlığı ile tanışacak olan, çocukluklarındaki saklambaç oynama alışkanlıklarından bir türlü kurtulamamış, aramızdaki bazı insansı figürler ile tanıştırmaya çalışacağım.
Bu muhteremlerin en belirgin özellikleri, asla hiçbir konuda risk almamaları ve garantici olmalarıdır. Gölgelerinden korktuklar ve “tüm iktidarlar dönemlerinin  kemikçi dog”ları oldukları için, ekmeklerini “muhalefete muhalefet ederek” çıkarırlar ki, dertsiz başları derde girmesin, istediklerine, istedikleri gibi çemkirip, iftira ve hakaret edebilsinler. Tabi bu arada da tali görevlerini de yerine getirip, çaktırmadan da, doğrudan ve gerçekten yana sözü olan, kalem oynatan kim varsa, yargıcı “amcalarına” ispiyon edebilsinler.
En büyük bilgi kaynakları dedikodu olmasına, kütüphane değil, kahvehane mutfağından beslenmelerine, en son okudukları kitabın, en son bitirdiği okuldaki ders kitabı olmasına rağmen, bilmedikleri hiçbir şey hemen hemen yok gibidir ve çok büyük ihtimalle,  büyük usta Uğur Mumcu,yu bile yanıltan“bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanın” kitabını da bunlar yazmış olabilirler.!
Bundan dolayıdır ki uzmanlık alanları saymakla bitmez. Bu “Allahın insanlığa lütufları”  PARAZİTOLOG,lar canlı ve cansızlara ait olup,  sonu “log” la biten 80 mesleğin olduğu gibi, henüz piyasaya çıkmamış, gelecekteki her türlü bilim dalının tartışılmaz “ord” ve  “log” larıdır.
 Bırakın memleketin Kültür Bakanlığını, ülkedeki bütün üniversitelerin kürsülerini de teslim etseniz bile bu aynştaynı kıskandıran zekailerin hakkını ödeyemeyiz. Kendini bilen herkes bu özel insanlarla aynı ülkede yaşıyor olmanın paha biçilmez onurunu taşımalı, onları bırakın el üstünde tutmayı, başımızın üstünde taşımalı ve onlarla aynı coğrafyada yaşadığımız için Allah'a şükretmeliyiz.!!!
Değerli Dostlar;
Latife bir yana ben bu karakterlerin birçoğunun (art niyetli olanlar hariç) hallerinden pek de hoşnut olmadıklarını, bu sakil durumun kendilerini gerektiği şekilde ifade edememe, anlaşılamama v.b. eksikliklerden, ya da, psikolojik bir problemden kaynaklanıyor olabileceğini düşünmek istiyorum. 
Kaldı ki bir bireyin, karşısındakinin onu zevkle mi, zora ki mi dinleyip dinlemediğini anlaması için, sözle ikaza gerek olmadığını, bunun dinleyenin tepkisini vücut dili ile dışa vurmasından çok rahatlıkla anlaşılabileceği görüşünü taşıyorum.
Susmak zorunda kalmanın ve anlayan biri ile konuşmaya hasret kalmanın zorluğunu, çaresizliğini, bu gereksinimini bir zaman, yıllarca kavanozda bir balıkla, bir zaman beslediği bir kedi yavrusu ile  gidermeye çalışmanın katlanılmazlığını bilen biri olarak diyorum ki; Böylesine sıkıntılı bir diyaloğun, zoraki birlikteliğin tarafı olmak gerçekten kolay sindirilebilir bir durum değil.

Değil de;
Sen dinleme, ben dinlemeyeyim, o dinlemesin, peki kim dinleyecek! Yaşama konuşmak ve dinlemek gibi iki olağanüstü yeti ile gelmiş birini susturmaya çalışmanın, konuşmamaya mahkum etmenin, onda yaratacağı travmanın boyutunu, duyan anlayan ama konuşamayan birinden daha iyi kim anlayabilir ki. Gün, saat falan değil, bir anlığına, size sorulan ve sizi karşınızdakini mutluluktan uçuracak cevabı vermekten “engellenin” de belki o zaman…
Veya bir cinayetin tanığı olun, gerçek faili bilin ama “söyleyemeyin” ve biri  göz göre suçsuz yere ölüme gitsin…  Biraz sabır göstermekle ne saçlarınız dökülür, ne boyunuz kısalır,  ne makyajınız bozulur, ne dizinizi kaçırırsınız, ne yemeğiniz yanar,  ne de konturunuz biter, ama ona dünyaları verir, nefes olur, yaşadığını ve insan olduğunu hissettirirsiniz.
Başımıza ne geldi ise, “susmak zorunda bırakılmaktan” geldi. Eğer bugün halen kontrollü de olsa konuşma ve kendimizi ifade edebilme şansına veya lüksüne sahipsek, inanın bunu sonuçlarını göze alarak, bizim için ve  bizim söyleyemediklerimizi cesurca dillendirebildikleri için, özgürlükleri kısıtlanarak, mahpus damlarına doldurulan,  içlerinde milletin vekili de olmak üzere, sayısız ilerici, aydın, sanatçı, asker, insan ve memleket sevdalıları sayesinde gerçekleştiğini düşünüyorum.
 İnsanları susturmayın. Bırakın o da yarım yamalak konuşsun, bırakın bilimsel değil de, kulaktan dolma konuşsun. Hatta bırakın yalan konuşsun, sanki siz hiç yalan konuşmadınız mı, sanki hayatınızda duyacağınız ilk yalan onun ki mi olacak! Yalan işitince kulak zarınız mı zedelenecek!
Bırakın  beyin zarı zedeleneceğine, kulak zarı zedelensin!!!
Konuşarak kalın… Tabi en çokta;
Sevgi ile kalın