Ben Kabataş Erkek Lisesi’nde okudum. O yıllarda okulun mevcudu 3.200 öğrenciyi buluyordu. Sınavla değil, muhtardan alınan ilmühaberlerle kayıt yapılan bir liseydi. Eğer Anadolu’dan gelen olursa onlar da okula yapılan bağış karşılığı yatılı olarak kabul edilirdi. Şimdiki Kabataş kuşakları gibi yüzde 1’lik zeka dilimi ile kayıt yapılan bir haslete sahip değildik ama o yıllarda da Kabataş yine kaliteli eğitim veren bir okuldu. Hangi yıldan söz ediyorum? Liseden 1979’da mezun olduğuma göre artık gerisini siz hesaplayın. 

Öğle olduğunda ağır bir yağ kokusu eşliğinde yatılılar yemekhaneye hücum ederdi. ‘Hücum’ derken abartmıyorum. Zayıflar ve miniklerin ezildiği bir rekabetten söz ediyorum.

Zor bir okuldu. Dersler ağırdı. Hocalar ödünsüzdü. Biz de hakkını vermeye çalışan tembellerdik. İçimizde çok pırıltılı arkadaşlarımız vardı. Nitekim onları sonraki yıllarda da gıptayla izleyecektik.

Kalabalık bir lise olduğu için sınıfların mevcudu 80-90 öğrenciyi bulurdu. Sıralarda üç kişi otururduk. Tıkış tıkış ve bol kokulu o ortamda bir de sınıfta disiplinli davranmak zorundaydık.

12 Eylül öncesi yıllardı. Ülkenin içinden geçtiği çağ yangını bizi de etkilemişti. Daha özgür ve adil bir ülkenin özlemiyle toplumsal hareketlere katılmıştık. O bıçak sırtı günlerde kimi arkadaşlarımızı yitirecek, kimisinin ise hapislerde çürüdüğüne tanıklık edecektik.

Kabataş Boğaz’ın kıyısında, şimdilerde nimete dönüşen bir mevkideydi. Sabahları binlerce öğrenci okulun yanı başından geçen şehir hatları vapurlarının kaptanlarına, ‘kaptan düdük’ diye bağırır, vapur sirenini öttürdüğünde eğlenilirdi. Dersliklerin en uzak olduğu yer ise erkek lisesi öğrencilerinin sigara kaçamağı yaptığı yerdi. Biz de gider, Birinci, Bafra sigaramızla büyüdüğümüzü cümle aleme gösterirdik.

Okulun yatakhanesi 15-20 kişilik koğuşlardı. Yatılıların çektirdikleri fotoğraflarda çizgili pijamalarda sembolleşen bir ortaklık duygusu, tevazu ve içtenlik vardı. Hiç birimizin aklından “marka” giyinmek, arkadaşlarımızdan farklı görünmek gelmezdi. Züppelik olarak görülürdü.

Sanırım ilk olarak yatılıların başlattığı bir alışkanlıktı. Aileye, sevdiklerine ve toprağına duyulan özlemdi. Anadolu’nun dört bir yanından gelen arkadaşlarımız sıralara doğup, büyüdükleri, ailelerin yaşadığı kasaba ve şehirlerin adını kazırdı. Öyle ki zamanla adlarından çok kazıdıkları yerle anılır olmuşlardı. “Kamanlı”, “Şavşatlı”.. diye hitap edilirdi.

Okuldan mezun olduğumuzda hepimiz bir yerlere savrulduk. İşe, çoluğa çocuğa sarıldık.  Ne zamanki dünün değerlerini, içtenliğini ve dostluklarını özler olduk, yeniden birbirimizi aradık, bulduk. En çıkarsız ve en samimi yıllarımızın arkadaşlıklarını yaşatır olduk.

O sıralara adını memleketini kazıyanların biri de “Gerze” yazardı. Sonraları o sevgili dostumu mesleğim ve yukarıda andığım nedenlerle hep takip ettim. Onurlu bir yaşam sürdüğüne,  ödünsüz biçimde değer ve “yolunu” savunduğuna tanıklık ettim…

Benim için Gerze odur…

Umarım bir gün Gerze’de onunla buluşurum….

Kim mi?

Belki başka bir yazıda, ya da yaşanacak bir değişimin adıyla…